İklim bilimciler, Dünya’nın iklim sisteminde geri dönüşü olmayan eşiklere hızla yaklaşıldığı uyarısını yinelerken, bu kritik noktaları tespit etmek için kullanılan teknolojiler giderek daha fazla sorgulanıyor. Özellikle yapay zekâ destekli iklim modelleme ve erken uyarı sistemleri, insanlığa hayati bilgiler sunmayı vaat ederken, aynı zamanda yüksek enerji ve su tüketimiyle iklim krizini besleyen bir unsur haline geliyor.
Bu çelişki, yalnızca teknolojik bir verimlilik sorunu değil; iklim politikalarının yönü, küresel kaynakların dağılımı ve siyasi öncelikler açısından da belirleyici bir tartışmayı beraberinde getiriyor. İklim çöküşünü önlemek için mi teknolojiyi kullanıyoruz, yoksa krizi izlerken onu hızlandıran bir döngünün içine mi hapsoluyoruz?

İklim dönüm noktaları ve yapay zekâya artan bağımlılık
Bilim dünyasında “iklim dönüm noktaları” olarak adlandırılan eşikler, aşıldığında geri döndürülmesi mümkün olmayan değişimleri ifade ediyor. Grönland buz tabakasının çözülmesi, Atlantik Meridyen Devridaim Dolaşımı’nın (AMOC) zayıflaması veya Arktik deniz buzlarının kalıcı biçimde yok olması, bu kritik eşikler arasında yer alıyor. Uzmanlara göre bu süreçler tetiklendiğinde, etkileri onlarca yıl değil, yüzyıllar boyunca hissediliyor.
Bu nedenle son yıllarda iklim araştırmaları, giderek daha karmaşık hesaplamalar gerektiren yapay zekâ destekli modellere yönelmiş durumda. Büyük veri setleriyle eğitilen bu sistemler, sıcaklık artışındaki küçük sapmaları, okyanus akıntılarındaki değişimleri veya buz tabakalarındaki mikro kırılmaları erken aşamada tespit etmeyi amaçlıyor. Ancak bu yaklaşım, beraberinde ciddi bir kaynak tüketimi sorununu da getiriyor.
Tavsiye Edilen Haberler

Teknolojik kurtuluş inancı ve İngiltere örneği
İngiltere’de İleri Araştırma ve Buluş Ajansı (ARIA) tarafından yürütülen ve 81 milyon sterlinlik bütçeye sahip “Dönüm Noktalarını Tahmin Etme” programı, bu eğilimin somut bir örneği olarak öne çıkıyor. Program kapsamında 27 farklı araştırma ekibi, fizik yasaları ile yapay zekâyı birleştirerek iklim sistemindeki erken uyarı işaretlerini tespit etmeye çalışıyor.
Yetkililer, bu projeyi iklim risklerini daha iyi anlamak için “kritik bir bilimsel sıçrama” olarak tanımlıyor. Ancak eleştirmenlere göre bu yaklaşım, iklim krizine karşı teknolojik bir kurtuluş anlatısını güçlendirirken, asıl sorunun yani emisyonların hızla azaltılması gerekliliğinin üzerini örtüyor. Uzmanlar, “iklimi izlemek” ile “iklimi kurtarmak” arasındaki farkın giderek belirsizleştiğine dikkat çekiyor.
Hesaplamanın enerji ve karbon maliyeti
Yapay zekâ sistemlerinin çevresel etkisi, çoğu zaman soyut kavramlar üzerinden tartışılsa da mevcut veriler tabloyu net biçimde ortaya koyuyor. Son araştırmalara göre, GPT-3 gibi büyük bir dil modelinin eğitilmesi yaklaşık 1.287 megawatt-saat elektrik tüketiyor. Bu süreçte ortaya çıkan 552 metrik ton karbondioksit salımı, yaklaşık 123 benzinli aracın bir yıl boyunca yarattığı emisyona eşdeğer.

Daha yeni ve daha büyük modeller için bu rakamlar katlanarak artıyor. GPT-4’ün yaklaşık 50 kat daha fazla elektrik gerektirdiği tahmin edilirken, yapay zekâ için gereken hesaplama gücünün her 100 günde bir ikiye katlandığı belirtiliyor. Bu durum, yapay zekânın enerji ayak izinin sabit değil, üstel biçimde büyüdüğünü ortaya koyuyor.
Elektriğin ötesinde: Su ve altyapı baskısı
Yapay zekâ sistemlerinin çevresel etkileri yalnızca elektrik tüketimiyle sınırlı değil. Büyük veri merkezleri, aşırı ısınmayı önlemek için yoğun soğutma sistemlerine ihtiyaç duyuyor ve bu sistemler büyük miktarda içme suyu tüketiyor. Tek bir veri merkezinin günde 5 milyon galona kadar su kullanabildiği belirtiliyor. Bu miktar, binlerce hane ya da tarım işletmesinin günlük ihtiyacına denk geliyor.
ABD’nin Phoenix bölgesinde bulunan 58’den fazla veri merkezinin, soğutma amacıyla günde yaklaşık 170 milyon galon içme suyu tükettiği tahmin ediliyor. Uzmanlar, su kıtlığının giderek arttığı bir dönemde bu tüketim düzeylerinin sürdürülebilir olmadığı görüşünde birleşiyor.
Kırılgan bölgelerde yoğunlaşan yük
Veri merkezlerinin coğrafi dağılımı da ayrı bir sorun alanı olarak öne çıkıyor. Yüksek mekanik soğutma gereksinimi olan bu tesislerin, özellikle Asya-Pasifik ve Afrika gibi su stresi yaşayan ve sosyoekonomik açıdan kırılgan bölgelerde yoğunlaştığı belirtiliyor. Bu durum, küresel eşitsizlikleri derinleştiren bir etki yaratıyor.
Öte yandan, yapay zekâ destekli erken uyarı sistemlerinin büyük bölümü, Grönland, Arktik ve Atlantik dolaşım sistemi gibi halihazırda iklim krizinin en sert hissedildiği bölgeleri izlemeye odaklanıyor. Bilim insanları, bu bölgelerde yaşanacak geri dönüşü olmayan değişimlerin küresel iklim dengesini temelden sarsabileceği uyarısında bulunuyor.
Karbon bütçesi ile çelişen zamanlama
İklim politikalarının temel kavramlarından biri olan karbon bütçesi, atmosferin kaldırabileceği toplam emisyon miktarının sınırlı olduğunu ortaya koyuyor. Ancak yapay zekâ destekli iklim izleme sistemleri, gelecekteki riskleri tespit etmeyi hedeflerken, bugünden enerji tüketiyor ve emisyon üretiyor.
Uzmanlara göre burada temel bir zamanlama çelişkisi bulunuyor. Yapay zekâ sistemleri, gelecekte alınacak önlemleri mümkün kılacak veriler sunmayı vaat ederken, bugün tüketilen her megawatt-saat enerji, yarının karbon bütçesini doğrudan daraltıyor. Bu durum, teknolojik çözümler ile iklim krizinin aciliyeti arasında yapısal bir uyumsuzluğa işaret ediyor.
Yönetim ve düzenleme boşluğu
Eleştirilerin odaklandığı bir diğer nokta ise yönetim eksikliği. Mevcut yapay zekâ düzenlemeleri, çoğunlukla sistemlerin güvenliği ve işlem gücü kullanımına odaklanıyor. Ancak geliştiricilerin, kullandıkları teknolojinin karbon bütçeleriyle uyumlu olup olmadığını sorgulamasını zorunlu kılan bir mekanizma bulunmuyor.
Uzmanlar, yapay zekâ altyapısının konuşlandırılmasında, farklı iklim eşiklerinin önlenmesiyle ilişkili karbon bütçelerinin dikkate alınması gerektiğini savunuyor. Aksi halde, yapay zekânın sınırsız genişlemesi, yenilenebilir enerji geçişi için kullanılabilecek kaynakları tüketen bir faktöre dönüşebilir.
Türkiye yapay zeka ve dijital altyapıyı iklim hedefleriyle uyumlamalı
Bu küresel tartışma Türkiye açısından da kritik öneme sahip. Türkiye, bir yandan iklim değişikliğinin etkilerini daha sık sel, kuraklık ve aşırı sıcaklarla yaşarken, diğer yandan dijitalleşme ve veri merkezi yatırımlarını artırmayı hedefliyor. Uzmanlar, özellikle su stresi yaşayan havzalarda kurulacak enerji yoğun tesislerin, uzun vadede tarım ve ekosistemler üzerinde ciddi baskı oluşturabileceği uyarısında bulunuyor. Bu nedenle Türkiye’nin yapay zekâ ve dijital altyapı politikalarını, iklim hedefleriyle uyumlu şekilde planlaması gerektiği vurgulanıyor.
İnce çizgi bulanıklaşıyor
Yapay zekâ, iklim krizini anlamak ve öngörmek için güçlü bir araç sunuyor. Ancak bu araç, sınırsız ve denetimsiz biçimde kullanıldığında, çözmeye çalıştığı sorunun bir parçası haline geliyor. Krizi izlemek ile krizi önlemek arasındaki çizgi, teknolojiye yüklenen anlamla giderek bulanıklaşıyor.
Asıl mesele, iklim çöküşü tetiklenmeden önce kalan sınırlı zamanın nasıl kullanılacağı. Daha karmaşık izleme sistemlerine mi yatırım yapılacak, yoksa mevcut kaynaklar doğrudan emisyonları azaltacak siyasi ve toplumsal dönüşüme mi yönlendirilecek? Bu tercih, yalnızca iklim politikalarının değil, geleceğin de yönünü belirleyecek.
Kaynak: Climate Home News





